Hz. Muhammed Hicret’ten 52 yıl önce (Milâdi 570), Rebiülevvel ayının 17. gününde Mekke şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Babası, Hz. Abdullah daha Hz. Muhammed dünyaya gelmeden, 25 yaşlarında vefât etmiştir. Annesi, Hz. Âmine’yi ise 6 yaşında iken kaybetmiştir. Küçük yaşta babasını ve annesini kaybeden Hz. Muhammed’i, dedesi Abdülmuttâlib himayesine aldı ve o zamana kadar kimseye verilmemiş olan Muhammed adını kendisine verdi. O da bir yıl sonra vefât edince, Hz. Muhammed’i amcalarından, Hz. Ali’nin babası Hz. Ebû Tâlib yanına alıp büyütmüştür. Hz. Muhammed Mekke’nin en büyük ailesi olan Hâşimiler’dendi.
Peygamberler, Peygamber olarak dünyaya gelirler ve o vazife için yaratılmışlardır. Peygamberlik gibi ağır bir emaneti yüklenmek için bir hazırlık devresi geçirirler, sonunda ilâhi vahye mazhar olurlar ve insanlara ilâhi emirleri tebliğe başlarlar.
Hz. Muhammed’in hayatı, Peygamberliğini açıklamaya emir alıncaya kadar; sade, temiz, çok dürüst ve yaşayışı da insanlığa örnek bir yaşayış idi.
Hz. Muhammed genç yaşlarında iken bütün Hicâz’da, daha Peygamberlik gelmeden önce, huylarının güzelliği ve her hususta emin oluşları dolayısıyla, Araplar tarafından “Muhammed’ül Emin” diye anılmaya başlanmıştı. Babasından mal, mülk, bir şey kalmadığı için bir hayli fakirdi; yalnız çok soylu bir aileden olduğu için çok itibar görürdü.
Hz. Hatice ile Evlenmesi
Kureyş hanımlarından olan Hz.Hatice ticaretle uğraşmakta idi. Çok zengin ve dul olduğundan, mallarını idare etmesi, ticaretini sürdürmesi için emin bir kişi olarak gördüğü Hz.Muhammed’i kendisine yardımcı seçti. Daha sonra Hz.Muhammed ile Hz.Hatice evlendiler. Evlendiklerinde Hz.Muhammed 25, Hz.Hatice ise 38 veya 40 yaşlarında idi. Hz.Muhammed’in, Hz.Hatice’den iki erkek, dört kız çocuğu olmuştur.Bütün evlâtları kendi zamanında âhiret dünyasına göç etti. Hayatta kalan tek evlâtları Hz.Fâtıma ise Hz.Muhammed’in, Peygamberlikleri zamanında Hicret’ten 11 yıl önce dünyaya gelmiştir.
Hz.Muhammed’in soyu çok sevdiği kızı “Ehl-i Beyt”ten olan Hz.Fâtıma’dan yürümüştür. Hz.Fâtıma’dan da, Hz.Peygamber’in çok sevdikleri “Ehl-i Beyt”ten olan torunları Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin dünyaya gelmişlerdir.
İlk Vahy’in Gelişi
Hz.Muhammed ilk vahy’in gelişini şöyle anlatıyorlardı:
“Hirâ dağında, adımın çağrıldığını duyardım; fakat çağıranı göremezdim. Derken bir gün melek göründü bana; kucakladı beni, göğsüne bastırdı, sıktı ve «Oku» dedi. Ben okumak bilmem dedim. Tekrar sıktı «Oku» dedi. Aynı sözü söyledim. Yine sıktı «Oku»” dedi. Ve Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini okudu:
“(1) Oku Rabbinin adıyla ki bütün mahlûkatı yarattı, (2) İnsanı da bir parça kan pıhtısından var etti; (3) Oku ve Rabbin, pek büyük bir kerem sâhibidir, (4) Öyle bir Rab ki kalemle öğretmiştir, (5) İnsana bilmediğini belletmiştir (öğretmiştir).” (Alâk 1-5. âyetler)
Bu âyetler Hz.Muhammed’e ilk inen sûrenin ilk beş âyetidir.Hz.Muhammed’e, Allah tarafından ilk vahiy Ramazan ayında nâzil olmuştur.
“Ramazan ayı ki onda Kur’ân inzal olunmuştur. Kur’ân nas için aynı hidâyettir; doğru yola götüren, hak ile bâtıl arasını ayıran açık delillerdir.” (Bakara 185. âyet)
Kur’ân-ı Kerîm, Hz.Peygamber ebedî âleme göçene kadar 23 yılda tamamlanmıştır. Nâzil olan bütün âyetler, Allah tarafından zaman zaman vahiy edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de; kulun, yani Peygamber’in Allah ile ancak vahiy yoluyla konuşabileceği anlatılmaktadır. Bu konudaki âyetler de şunlardır:
“Vahiyle veya perde ardından olması veya bir elçi gönderip ona kendi izniyle dilediği şeyi vahiy etmesi suretlerinden başka hiçbir suretle Allah’ın konuşması hiçbir insana müyesser olmaz. Çünkü O yücedir, işinde hakimdir.” (Şûra 51. âyet)
“(192) Kur’ân şüphesiz Rabbelâleminin indirmesidir. (193-194-195) Sen Tanrı azâbıyla korkutanlardan olasın diye onu «ruh-i emin» açık olan Arap diliyle indirmiştir.” (Şuarâ 192-195. âyetler)
“ (16) (Ey Muhammed)! Vahiy bitmesin diye acele almak için dilini kımıldatma. (17) Çünkü onu kalbinde toplamak ve lisanında kıraatini sabit kılmak bize aittir. (18) Sana Kur’ân-ı Kerîm’i kıraat eylediğimizde sen onun kıraatine tâbi ol. (19) Onu izah ve beyân yine bize düşer.” (Kıyâmet 16-19. âyetler)
Peygamber Oluşu
Hz.Muhammed 40 yaşlarında iken (Milâdi 610), yine Hirâ dağındaki mağarada halvette bulunuyordu. Bu sefer Allah tarafından, kendisini doğrudan doğruya Peygamberlik görevine çağıran, Kur’ân-ı Kerîm’in Müddesir Sûresi’nin 1-7. âyetleri nâzil oldu.
“(1) Ey örtüsüne bürünmüş Peygamber! (2) Kalk azapla korkut. (3) Rabbini büyüklükle an, (4) Elbiseni temiz tut. (5) Azâba bais olan şeyleri bırak. (6) Çok istemek üzere bir şey verme. (7) Rabbin için her şeye katlan.”
Gelen bu “vahiy”den sonra artık “vahiy”lerin arkası kesilmedi. Sürekli ve zamana bağlı olarak “vahiy” gelmeye başladı. Hz.Muhammed’in, Peygamberlik hayatı iki devreye ayrılır. Birinci devre Peygamberliğinin başlangıcından Medine’ye Hicret’ine kadar geçen 13 yıllık dönemdir (Milâdi 610-622). İkinci devre ise Hz.Peygamber’in Hicret’ten, Hak’ka vuslat edinceye kadar geçen 10 yıllık dönemdir (Milâdi 622-632).
Hz.Muhammed halkı İslâmiyete davete başladığında, erkeklerden ilk olarak Hz.Ali, kadınlardan da Hz.Muhammed’in eşi Hz.Hatice Müslüman olmuş; ona inanmışlar, uymuşlar ve ezeli îmanlarını izhâr etmişlerdir. Belli bir süre sonra da Hz.Muhammed; önce akrabalarını, ardından Safa Tepesine çıkarak tüm Mekke halkını, Allah’tan gelen emir gereğince açıktan açığa, Müslüman olmaya çağırmaya başladı.
“(214) Pek yakın kavim ve kabileni (akrabalarını) Allah azâbıyla korkut. (215) Sana tâbi olan mü’minlere kanadını alçak tut. (Onlara karşı yumuşak davran, lûtufla muamele et) (216) Kavim ve kabilen sana karşı gelirlerse «-Ben sizin işlediklerinizden vâresteyim» dersin.”
Bu âyetler nâzil olunca Hz.Muhammed, Hz.Hatice’ye yemek hazırlatmış ve Hz.Ali’ye de; “Hâşim oğulları soyundan olanları çağırmasını” emir buyurmuşlardı.
Yemekten sonra Hz.Muhammed:
“Ben bütün insanlara, Tanrı elçisi olarak gönderildim. Ulu ve yüce Allah, mensub olduğum boydan, bana en yakın olanları korkutmamı buyurdu. Allah’tan başka yoktur tapacak demezseniz, sizi azâbından kurtaramam” buyurdular. Amcası Ebû Leheb; “Bizi bunun için mi çağırdın” dedi ve yakışmayacak sözler söyledi. Gelenler de dağılıp gittiler.
Hz.Muhammed, Hâşim oğullarını bir kere daha çağırdı. Yedirdi, içirdi. Sonra; “Ey Hâşim oğulları” dedi. “Bana itâat edin, yeryüzüne hâkim olun. İçinizden kim bana yardım eder, bu işte beni kuvvetlendirirse kardeşim, vasîyim, vezirim, vârisim ve benden sonra halîfem olur” buyurdu. İçlerinden hiçbiri cevap vermedi. Genç yaşta olan Hz.Ali ayağa kalkıp; “Ey Tanrı elçisi! Bu işte ben sana yardım edeceğim” dedi. Hz.Muhammed; “Otur” buyurdu ve sözünü bir kere daha tekrarladı. Yine Hz.Ali’den başka cevap veren çıkmadı. Üçüncü defasında Hz.Peygamber, Hz.Ali’ye; “Otur” buyurdular ve Hz.Ali’ye hitaben; “Artık kardeşim, vasîyim, vezirim, vârisim ve benden sonra halîfem sensin” demişler ve toplantıda bulunan Hâşim oğullarına “Ali’ye itâat edin” buyurmuşlardır.
Hz.Muhammed’in getirmiş olduğu yeni din, Mekke’de büyük muhalefetle karşılaştı. Bilhassa Kureyş’in ileri gelenleri, Hz.Peygamber’in halkı İslâm’a davetine, şiddetle karşı çıktılar. Çünkü İslâmiyet puta taparlığı kaldırıyor, insan hakları üzerine birçok yenilikler getiriyordu. Bu durumda, Hz.Muhammed davetlerini bir müddet gizli tutmak zorunda kalmıştır.
Bu dönemde İslâm dînini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu, üst düzeyden mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, onlarda bir müddet dinlerini gizlemek zorunda kalmışlardır.
Az zamanda yeni dinin müminleri çoğaldı. Bunlara “Tanrı’ya teslim olan” anlamına gelen “İslâm” denildi. İlk Müslümanlar çok ağır hakaretler, işkenceler gördükleri halde, îmanlarından, inançlarından asla dönmediler, kendilerine ve yakınlarına yapılan işkencelere tahammül ettiler.
Hz.Muhammed’in halkı Müslüman olmaya çağırışı, bulundukları mevki ve ellerindeki güçleri yitirebilecekleri kaygısıyla, Mekkeli müşrikleri (inkârcıları-inanmayanları) tedirgin etti. Kâ’be’den putlarının kaldırılmasının, ticaretlerini engelleyeceği ve bir takım alışkanlıklarına son verileceği için büyük bir tepki gösterdiler.
Bu ortamda Arabistan diyarı görülmemiş bir ahlâksızlık ve cehâlet içindeydi. Onun için Hz.Muhammed’den önceki Arap tarihine “Cahiliye devri” denir. Hz.Muhammed’e kadar Hak dîni Hıristiyanlıktı. Ancak Hıristiyanlık dîni, Tanrı görüşüyle de, hukuk sistemiyle de, artık insanlığın ihtiyacını gerektiği gibi karşılayamıyordu.Müslümanlık, bütün Peygamberleri Allah tarafından gönderilmiş elçiler olarak kabul ediyordu.
Bu yıllarda İslâmiyet’i kabul eden, kimsesiz ve yoksul olan Müslümanlara; müşriklerin, inkârcıların yaptıkları cefâlar, eziyetler gittikçe artmaktaydı. Hz.Muhammed’in, İslâmiyet’e davete başladıklarının 10. yılında (Milâdi 620) o yılın Ramazan ayında, üç gün arayla amcası Hz.Ebû Tâlib ile vefâlı eşi Hz.Hatice vefât ettiler. Müslümanlar o yıla “Hüzün Yılı” adını verdiler.
MEDİNE'YE HİCRET
Hz.Muhammed’in, Hz.Ebû Tâlib gibi bir amcadan ve Hz.Hatice gibi bir eşten ayrılmasını fırsat bilen ve onu hiçbir surette yola getiremeyeceklerini anlayan soylu-boylu Mekke’li müşrikler, bu sefer kesin bir karara vardılar.
Her boydan seçilmiş kişiler, geceleyin Hz.Peygamber’in evini basacaklar ve canına kıyacaklardı. Böylece Hâşim oğulları, kan davasına girişemiyecekler ve diyete boyun eğeceklerdi. Mekke’li müşrikler tarafından alınan bu karar, Allah tarafından kendilerine bildirilince, Hz.Peygamber bu işi Hz.Ali’ye anlatıp, Allah’tan gelen buyruk gereğince Mekke’den, Medine’ye Hicret (göç) etmeye karar verdiler. Bu olay Milâdi 622. yılında gerçekleşiyordu. Bu tarih, sonradan Müslümanlar tarafından, Hicri takvimin başlangıcı olarak kabul edildi.
Bu Hicret’ten önce Hz.Peygamber Mekke’de iken, Medine’den hac mevsiminde Mekke’ye gelen, Medineliler ile anlaşmış ve şehirlerine geldikleri takdirde, kendilerine yardım edeceklerine dair onlardan söz almışlardı.
Hz.Muhammed’in, Peygamberliğinin 12. yılında Medine’ye gitmeden bir süre önce Mirâc olayı meydana geldi. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîslerde verilen bilgilere göre, o gece Hz.Muhammed Allah’ın bir mucizesi olarak Mekke’den Kudüs’e götürüldü, oradan göklere yükseldi. Göklerde diğer Peygamberler ile görüştü, cennet ve cehennemi gördü, aynı gece evine döndü ve yatağını sıcacık buldu. Mirâc’ta Hz.Peygamber’e birçok âyetler nâzil oldu
Mirâc olayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:
“Kendisine kudretimize ait bazı âyetlerimizi göstermek için, kulunu bir gece vakti Mescid-i Harâm’dan (Mekke’den), etrafına bereket verdiğimiz Mescid-i Aksâ’ya (Kudüs’e) götüren Zat, noksan sıfatlardan münezzehtir. Semî (işiten) O’dur, basîr (gören) O’dur.” (İsrâ 1. âyet)
“(1) Gurup vaktindeki yıldız hakkı için, (2) Sizinki ne yolunu şaşırdı! Ne Hak’tan ayrıldı! (3) O, arzusuna göre söz söylemez, (4) O’nun sözü kendine vahiy olunan bir vahiyden başka bir şey değildir. (5-6-7) Ona pek kuvvetli, pek heybetli biri öğretti de göğün en yüksek bir kenarında olduğu halde doğruldu. (8) Sonra Peygamber’e yaklaşıp aşağı sarktı, (9) Araları iki yay kadar veya daha az kaldı. (10) Allah’ın vahiy ettiğini kuluna vahiy etti. (11) Peygamber’in gördüğünü kalbi yalan çıkarmadı. (12) Hâlâ onun görüp bildiği şeyde ona karşı yaygara mı ediyorsunuz? (13) Peygamber O’nu bir kere daha (14) Sidre-i münteha yanında görmüştü. (15) Sakınanların barındıkları uçmak O’nun yanındadır. (16) Sidre’yi neler kaplamıştı!-Neler. (17) Peygamber’in gözü bir tarafa kaymadı, sağa ve sola dönmedi. (18) O Rabbinin pek büyük nişanlarını görmüştü.” (Necm 1-18. âyetler)
Hz.Muhammed Hicret edeceği zaman, Hz.Ali’yi yanına çağırdı ve “Hicret’e izin verildiğini kendisinin Mekke’de kalması gerektiğini, borçlarını ödemesini, kendisinde bulunan ve sahiplerine verilmesi icap eden emanetleri vermesini, sonra Mekke’de kalanlarla beraber kendisine ulaşmasını” söyledi ve “Bu gece benim hırkama bürüneceksin, benim yatağıma yatacaksın” dedi. Hz.Ali bir an bile tereddüt etmeden, Hz.Peygamber’in sözlerini hemen kabul etti ve gözyaşlarıyla şükür secdesine kapandı. Ümmet içinde ilk defa şükür secdesine kapanan Hz.Ali olmuştur. Bu Hz.Ali’nin kendisini, Hz.Peygamber’e daha doğrusu dîne, topluma, insanlığa ve insanlığın yarınına fedâ etmeseydi. Hz.Ali’nin, Hz.Muhammed’in yatağına yattığı gece; Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara Sûresi’nin 207. âyeti nâzil olmuştur:
“İnsanlardan öylesi de vardır ki; Allah rızâsına nâil olmak için varlığını, canını satar da, Allah rızâsını alır; Allah, kullarını pek esirger.” Bu âyet ile Hz.Ali övülmüştür.
Hz.Muhammed, Hicret’in 2. yılında hayatta kalan tek kızı Hz. Fâtıma’yı, Hz.Ali ile evlendirdi. Hz.Resûl, Hz.Fâtıma’yı çok severlerdi ve “Fâtıma, benim bir parçamdır; onu sevindiren beni sevindirir, ona kötülük eden, bana kötülük eder” buyurmuşlardı.
Medine halkı; dinleri, inançları uğruna Mekke’deki evini-barkını, her şeyini bırakıp göç eden “Muhâcirûn” ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı “Ansâr” adını alan yerli halk ile Yahudiler’den oluşuyordu. Bunlar arasında birliği sağlamak oldukça güçtü.
Hz.Peygamber bu ortamda Medine’de ilk olarak; Mekke’den göç eden Müslümanlar ile, Medineli Müslümanları kardeş ilan ederek, yerli halkın onlara yardım etmelerini sağladı. Medineliler bu kardeşlik ile birlikte Mekkelileri evlerine yerleştirdiler. Bu arada Hz.Peygamber de, kendisine Hz.Ali’yi kardeş seçti.
Hz.Peygamber Medine’de bütün toplumların bir arada birlikte yaşayabilmesi için, Medine kent devletini kurdu. Hz.Peygamber Medine kent devletini kurduktan sonra, bu toplumların hak ve yükümlülüklerini kapsayan 47 maddelik bir tür anayasa hazırladı.
Hz.Peygamber’in bu dönemdeki bütün amacı, İbrahim Peygamber’in saf dînini diriltmek ve Mekke’deki müşrikler tarafından kirletilen kutsal Kâ’be’yi, putlardan temizleyip eski durumuna getirmekti. Bu dönemde, Medine’deki Müslümanlara eziyet eden kafirlere karşı koymak için, savaşmak ile ilgili izin veren âyetler nâzil oldu ve savaşlar başladı.
KUVVETE KUVVETLE DURUŞ
Bedir Savaşı
Hicret’in 2. yılında Hz.Muhammed’in yönettiği Müslüman kuvvetler, Ebû Süfyan’ın başında bulunduğu bir ticaret kervanına, Suriye dönüşünde Bedir’de bir baskın düzenlediler. Müslüman kuvvetler, karşı tarafı yenilgiye uğrattılar ve büyük ganimet elde ettiler. Bedir savaşı denilen bu ilk savaşta Müslümanların, Mekkeli müşriklere karşı kazandıkları zafer, Müslümanlara önemli bir moral kaynağı oldu.
Bedir savaşı; İslâmın-küfre, hakkın-bâtıla, adlin-zulüme, îmanın-îmansızlığa vurduğu ilk darbedir. Bedir savaşı, Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde anlatılır:
“Karşı karşıya gelen iki cemaatte sizin için bir ibret vardı. Onlardan biri Allah yolunda vuruşanlar, diğeri ise kâfirlerdi. Onlar bunları gözleriyle kendilerinin iki misli kadar görüyorlardı. Allah dilediğini yardımı ile teyit eder (kuvvetlendirir). Bunda erbab-ı basiret (görenler) için bir ibret vardır.” (Âli İmrân 13. âyet)
Bedir savaşı ile ilgili olarak, Kur’ân-ı Kerîm’de ki diğer âyetler de şunlardır: Âli İmrân 123-128. âyetler, Enfal 5-19. ve 41-44. âyetler, Hacc 19. ve Ahzâb 23. âyetlerdir.
Uhud Savaşı
Bedir savaşından sonra Kureyşliler, bu yenilginin intikamını alma yollarını aramaya başladılar. Hicret’in 3. yılında, Ebû Süfyan komutasındaki üçbin kişilik bir kuvvetle, Müslümanlarla savaşmak için harekete geçtiler. Hz.Muhammed, düşmanı Uhud dağında karşıladı ve savaş başlamadan önce İslâm ordusuna bir tertip verdi. O sırada Kureyş ordusu da, İslâm ordusunun karşısında saf almıştı. Sonra şiddetli bir savaş başladı.
Müslümanlar, Hz.Peygamber’in emriyle taarruza geçmişlerdi. Hz.Ali’nin ve Hz.Hamza’nın hücumları karşısında, Kureyş ordusu tam bir bozguna uğramış ve Uhud dağına doğru kaçmaya başlamışlar, Müslümanlar da savaş ganimeti olarak yağmaya koyulmuşlardı. Bu sırada Hz.Peygamber’in tepeye yerleştirdiği ve kesin olarak bulundukları yerlerini terk etmemelerini, sıkı sıkı tembih ettiği okçular da, savaş kazanıldı diye yerlerini terk edip yağmaya koştular. Bu durumu gözetleyen ve uzaktan pusu kurup burayı ele geçirmeyi bekleyen Kureyş başkanlarından Halid bin Velid, okçuların azaldığını görünce derhal buraya hücuma geçti ve hepsini şehit ettikten sonra, Müslüman ordusuna arkadan saldırdı. Müslümanlar ansızın neye uğradıklarını şaşırdılar, ön saflarda bulunanlar geri döndüler ve arka saflarda duran kendi kardeşleri Müslümanları düşman sanarak, üzerlerine yürüdüler ve büyük bir bozguna uğradılar.
Bu arada Kureyşliler’den dört kişi Hz.Peygamber’i öldürmeye yemin etmişti ve bunlarda Hz.Peygamber’in bulunduğu yere saldırdılar. Hz.Peygamber’in çukura düştüğünü gören ve onun öldüğünü sanan müşrikler; “Abdullah oğlu Muhammed öldürüldü” diye bağrışmaya başladılar. Bu korkunç haberi duyar duymaz, Müslümanların şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Bu sırada İslâm ordusunda tam bir bozgun başlamıştı. Müslümanlar taraf taraf kaçıyorlardı.
O sırada savaş meydanında savaşmakta olan Hz.Ali, kulağına “Muhammed öldü” sesi gelince, hemen Hz.Muhammed’in olduğu yere yöneldi, çukur yeri gördü ve üzerindeki Ebû Deccâne’nin delik deşik olan cansız vücudunu, Hz.Muhammed’in üzerinden kaldırdı. Hz.Muhammed yorgun ve mecalsizdi. Hz.Ali, Hz.Peygamber’i çukurdan çıkardı. Bütün sahâbelerin darmadağan oluşu, Hz.Peygamber üzerinde büyük bir etki bırakmıştı.
Hz.Ali’ye: “Ya Ali!.. Ne oldu ki, sen ötekiler gibi kaçmadın” diye buyurdu. Hz.Ali: “Ey Tanrı’nın elçisi, ben dâimâ seninle birliğim” diye cevap verdi.
Hz.Ali’nin o gün göstermiş olduğu kahramanlık olağanüstü idi. Hz.Ali, Hz.Peygamber’i muhakkak bir ölümden kurtarmıştı. Kendisi de 16 yara almıştı. Bu sebeple Hz.Peygamber o gün Hz.Ali için şu meşhur hadîsi söylemiştir:
“Lâ feta illâ Ali, Lâ seyfe illâ Zülfekâr” (Anlamı: Ali’den başka kahraman yoktur, Zülfekâr’dan üstün kılıç yoktur.)
Uhud savaşı’da Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde anlatılır:
“(121) Hani sen kıtâl (savaş) için mü’minlere bir mahal tertip etmek üzere bir sabah ailenin arasından ayrılmış idin. Allah sözlerinizi işitir, niyetlerinizi hakkıyle bilir. (122) Hani sizlerden iki fırka korkup kaçmak istedilerdi. Allah onların yârlarıdır, neye kaçsınlar. Mü’minler Allah’a mütevekkil olsunlar.” (Âli İmran 121-122. âyetler)
“(139) Gevşeklik göstermeyin, endişe de etmeyin. Allah’ın vaadine inanıyorsanız mutlaka üstsünüz. (140) Eğer Uhut’ta canınız yandı ise müşrik cemaatinin de Bedir’de öylece canı yandı. Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, sizden de doğru bir şahit edinmesi için biz bugünleri insanlar arasında dolaştırırız. (Bâzı kere siz galip olursunuz. Bâzı kere de düşmanlarınız galip olurlar.) Yoksa Allah zalimleri sevmez. (141) Bir de Allah îman edenleri günâhtan pâk, kâfirleri birer birer helâk etmesi için de galibiyeti dolaştırır. (142) Yoksa içinizden cihat edenler ile harb esnasında katlananları Allah görüp ayırt etmedikçe cennete gireriz mi sandınız? (143) Ölümle karşılaşmadan evvel ölmeyi temenni ediyordunuz. Haydi bakalım onu gözünüzle gördünüz. (Yani Bedir’de şehit olmayı istiyordunuz. Uhut’ta şehit olanları görünce neye kaçtınız.) (144) Muhammed, Peygamberden başka bir şey değildir. Ondan evvel bir takım Peygamberler gelip geçmiştir. Eğer O, ölse veya öldürülse idi siz gerisin geriye mi dönecekdiniz. Her kim gerisin geriye dönerse Allah’a hiçbir zararı dokunmaz. Allah şükredenlerin mükâfatını verecektir. (145) Allah’ın izni bulunmadıkça hiçbir kimse için ölmek yoktur. Bu da vakt-i muayyen ile mukayyet bir yazı ile yazılıdır. Kim ki dünya sevabını dilerse onu dileyene dünyalıktan veririz, kim ki âhiret sevabını dilerse ona da onu veririz. Şükredenlere mükâfat vereceğiz. (146) Nice Peygamberler vardır ki kendileriyle beraber birçok Allah adamları vuruştular; fakat Allah yolunda kendilerine erişen musîbetten dolayı gevşeklik etmediler, zaaf göstermediler, boyun da eğmediler. Allah katlananları sever. (147) Onların sözleri «Ey Rabbimiz! Günahlarımızı, işlerimizdeki taşkınlıklarımızı yarlıga (bağışla), bizi sabit kadem et, kâfir cemaata karşı bize yardım et!» demelerinden başka bir şey değildi. (148) Bunun üzerine Allah onlara dünya sevabını da âhiretin güzel sevabını da verdi. Allah iyi işler yapanları sever. (149) Ey îman edenler! Kâfir olanlara itâat ederseniz onlar sizi gerisin geriye döndürürler de ziyankâr olursunuz. (150) Hayır, Allah sizin mevlânızdır, O yardımcıların hayırlısıdır. Allah’a şerik koşmaları hususunda Allah hiçbir hüccet indirmemiş iken (151) Allah’a şerik koştuklarından nâşi, onların kalplerine dehşet ilka edeceğiz. Onların yurtları ateştir. Zalimlerin barındıkları yer ne kötüdür! (152) Allah, izin ve emriyle onları cansız kıldığınız zaman size olan vaadinde sadık kalmıştır; nihayet sevdiğiniz zafer ve ganimeti size gösterdikten sonra siz zaaf gösterip o işde çekiştiniz, Peygambere karşı geldiniz de ikiye bölündünüz. Bir bölüğünüz dünyayı, diğer bölüğünüz ise âhireti istiyordu. Sonra sınamak için sizi hezimetle geri çevirdi. Allah suçunuzu bağışlamıştır. Allah mü’minler hakkında büyük bir inayet sahibidir. (153) Hani siz uzaklaşıyor, hiçbir kimseye yüz çevirip bakmıyordunuz. Peygamber arkanızdaki cemaat arasından sizi çağırıyordu. Allah elinizden giden zafer ve ganimete duçar olduğunuz hezimete karşı endişe etmemeniz için gam üstüne gam ile ceza verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (154) Bu gamdan sonra size içinizde bir takımını bürüyüp emniyete sebep olan bir uyuklama indirdi. Diğer takım ise can kaygusuna düştü, Allah hakkında nahak yere cahileyete mahsus zanlar ile zanda bulundu, «Bundan bize ne oldu?» diyorlardı. Onlara de ki işin hepsi Allah’ındır. Onlar sana âşikar kılmadıkları şeyi kalplerinde gizlerler. Derler ki, «Elimizde bir şey olsaydı burada maktul düşmezdik.» De ki evlerinizde bile olsaydınız yine katli yazılmış olan (Levh-i Mahfûz’da) kimse çıkar, makteline giderdi. Allah sinelerinizdeki ihlâs ve nifakı meydana koymak, kalplerinizdeki vesveseyi temizlemek için böyle yaptı. Allah sinelerinizdekini hakkıyle bilir. (155) Uhut’ta iki ordunun karşılaştığı gün içinizden yüz çevirenler yok mu. Onların kazandıkları bâzı amellerinden nâşi, Şeytan ayaklarını kaydırmak istedi. Allah onların suçunu bağışlamıştır. Çünkü gafurdur, halimdir. (156) Ey îman edenler! Seferde ölen veya gazalarda şehit düşen kardeşleri hakkında «Yanımızda olsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi» diyen kafirler gibi olmayın ki Allah bunu onlara dağ-ı derun kılacaktır. Allah hem diriltir, hem öldürür. Allah işlediklerinizi görür. (157) Allah yolunda öldürülürseniz de, ölseniz de Allah’tan gelen yarlıganma (bağışlanma), esirgenme elbet onların topladıkları nimetten daha iyidir. (158) Ölseniz de, öldürülseniz de nihayet Allah huzurunda toplanacaksınız. (159) Ancak Allah’ın esirgemesiyle Uhut’tan kaçanlar hakkında yumuşaklık gösterdin: Kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından dağılıp giderlerdi. Onların suçunu bağışla, onlar için yarlıganmak (bağışlanmak) dile. İşlerde (Danışılacak işlerde veya savaş işlerinde) onlara danış. Bir kere azmettin mi artık Allah’a mütevekkil ol (işini Allah’a bırak); çünkü Allah mütevvekkil olanları sever. (160) Allah size yardım ederse sizi yenecek yoktur. Şayet sizden yardımını diriğ ederse (yardımsız bırakırsa) ondan başka size kim yardım edebilir? Artık mü’minler Allah’a mütevekkil olsunlar.” (Âli İmrân 139-160. âyetler)
“ (165) Siz Bedir günü onları iki kat musîbete uğratmış iken, size bir musîbet erişince mi «Bu, neden böyle oldu?» dediniz? Onlara de ki: «Bu hezimet kendinizden oldu.» Çünkü Allah her şeye tamamiyle kadirdir. (166) Uhut’ta iki ordunun kavuştukları gün uğradığınız musîbet de Allah’ın izniyledir. Bu da mü’minleri ayırdetmesi içindir. (167) Bir de münâfık olanları ayırdetmek içindir. Onlara «Gelin, Allah yolunda kıtalda (savaşta) bulunun veya düşmanınızı defedin» denildiğinde, onlar «Kıtalı bilse idik size tâbi olurduk» dediler. O gün mü’minlikten ziyade kâfirliğe daha yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlar. Allah gizlediklerini daha iyi bilir.” (Âli İmran 165-167. âyetler)
Hendek Savaşı
Bu savaştan sonra Hicret’in 5. yılında, kervanlarının Müslümanlar tarafından rahatsız edilmesi ve Hayber’deki Mûsevî’lerin kışkırtmasıyla, Mekke’li müşrikler on bin kişilik bir orduyla Medine üzerine yürüdüler. Medine’nin kuşatılmasından öteye geçmeyen bu savaş, Selman-ı Farisi’nin önerisiyle savaş alanına kazılan hendekler sayesinde, Mekkeliler’in başarısızlığıyla sonuçlandı ve bu savaşa Hendek savaşı adı verildi.
Hendek savaşı, Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerde şu şekilde anlatılır:
“Yoksa sizden evvel geçenlerin çektikleri sıkıntıyı çekmeksizin Cennete gireceğiz mi sandınız? Onlar âfete, öyle mihnete uğradılar, belâların şiddetinden öyle sarsıldılar ki dayanamayarak; Peygamber ve onunla beraber mü’min olanlar: “Allah’ın yardımı ne zaman olacak?” derlerdi. Haberiniz olsun ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara 214.âyet)
“De ki: «Mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de çekip alırsın; dilediğini aziz kılarsın (yüceltirsin), dilediğini de zelîl edersin (alçaltırsın). Hayır senin elindedir, sen her şeye tamamiyle kadirsin.»” (Âli İmran 26.âyet)
Bu savaşlardaki başarıyı gören birçok Arap kabilesi Müslüman oldu ve yeni din Hicaz ülkesinin birçok yerinde yayılmaya başladı.
Bu başarılardan sonra büyük bir güç oluşturan Hz.Muhammed’in, Mekke’deki durumu daha da güçlendi ve Mekkeliler arasında Hz.Muhammed lehine bir hava esmeye başladı.
Hudeybiyye denilen yerde Hz.Muhammed ile müşrikler arasında; Hac töreninin gelecek yıla bırakılmasını, Müslümanlardan dönüp Kureyş’e sığınacaklara engel olunmamasını, Kureyş’ten biri Müslüman olursa kabul edilmemesini şart koştular. Hz.Muhammed, Ashâb’tan bazılarının itirazına rağmen, bu şartları kabul etti.
Bu antlaşma ile Mekkeliler; Hz.Muhammed’i yeni bir dînin, aynı zamanda bir devletin başı olarak tanımış oluyorlardı.
Hicret’in 6. yılında Hz.Peygamber; bütün insanlığı aydınlatmak, bütün dünyadakileri hidâyete eriştirmek için ve İslâm dînini âleme yaymak üzere, çevredeki hükümdarlara (Bizans, İran, Habeşistan) mektuplar göndererek onları îmana davet etti.
Hz.Muhammed, Habeş hükümdarı Necâşi’ye de mektup yazmış ve gelen cevapta; “Şehâdet ederim ki sen Allah’ın Resûl’üsün; sana ve amcanın oğluna bey’at ettim; ne dediysen gerçektir oğlumu sana gönderiyorum. Esenlik, Allah’ın rahmeti ve bereketleri sana olsun” demiş ve Müslüman olmuştur.
Hicret’in 7. yılında Müslümanlar için tehlike oluşturan ve içlerinde Hayber kalesinin de bulunduğu, Yahudilerin elindeki yedi kale fethedilmiştir. Ardından Fedek alınmıştır. Böylece Medine Müslüman devleti fetihlerle genişlemeye başladı.
MEKKE'NİN FETHİ
Kazanılan bu başarılar, Mekke puta taparlığının sonuna yaklaşıldığına işaretti. Hz.Peygamber Milâdi 630. yılının sonunda Ramazan ayında on bin kişilik bir ordu ile Mekke üzerine yürüdü. Yolda Müslüman olmuş kabilelerden iki bin asker daha kendilerine katıldı. Mekkeliler şehri korkularından savunamadılar ve hemen hemen hiç kan dökülmeden Müslümanlar, Arabistan’ın en büyük, en kutsal şehrine savaşsız girdiler. Bundan sonra Mekke halkının tamamı Müslüman oldu ve İslâm dînini kabul ettiler. Hz.Peygamber Mekke’deki eski düşmanlarına karşı çok iyi davrandı.
Mekke’nin fethi de Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerde şu şekilde anlatılır:
“(80) Ve de ki: Yâ Rabbî! Beni gireceğim yere gerçek olarak sok; çıkacağım yerden gerçek olarak çıkar ve katından, bana yardım eden bir kudret, kuvvet ver. (81) Ve de ki: Gerçek geldi, bâtıl yok olup gitti; şüphe yok ki bâtıl zâten yok olup gider.” (İsra 80-81. âyetler) “Şüphe yok ki sana Kur’ân’ın hükümlerini farz eden elbette döneceğin yere döndürecek seni. De ki: Rabbim daha iyi bilir, kimdir doğru yola gelen ve kimdir apaçık sapıklıkta kalan.” (Kasas 85. âyet)
Mekke alındıktan sonra bütün Arap kabileleri İslâm dînine katıldı. Hz.Peygamber Mekke’deki işleri düzene koyduktan sonra Medine’ye döndü. Artık getirdiği din başarıya ulaşmış, her gün katılanlarla İslâmiyet büyük bir güç kazanmıştı.
Tebük Savaşı
Bizans ordusu Mu’te savaşından beri Arabistan’ı elde etmeyi kurmuştu. Bunu, Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Gassaniler’in yapacağı hakkında da Medine’ye haberler geliyordu. Hatta Medine’ye gelen tâcirler, Bizans ordusunun yakınlara kadar geldiğini söylemişlerdi.
Bu haberler üzerine Hz.Muhammed, Hicret'in 9. yılında Tebük’e gitmek üzere hazırlandı. Sefer uzundu, düşman kuvvetliydi. Bu yüzden ashâba; “Orduya mal, silah ve hayvan bakımından yardımda bulunulmasını” buyurdu.
Tebük savaşı da Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerde şu şekilde anlatılır:
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlarla, Allah’la Peygamber’inin harâm ettiğini, harâm saymayanlarla ve hak dinini kabul etmeyenlerle savaşın, cizye vermeye râzı olup bizzât kendi elleriyle ve alçalarak gelip verinceyedek onlar.” (Tevbe 29. âyet)
“(38) Ey inananlar, size ne oldu da Allah yolunda savaşa çıkın dendiği zaman olduğunuz yerde mıhlanıp kaldınız? Âhireti bıraktınız da dünya yaşayışına mı râzı oldunuz? Fakat dünya yaşayışının faydası, âhirete nispetle pek azdır. (39) Hep birden savaşa çıkmazsanız sizi acıklı bir azapla azaplandırırız ve yerinize, sizden başka bir topluluk getirir ve siz, ona hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah’ın herşeye gücü yeter.” (Tevbe 38-39. âyetler)
Meâllerini yazdığımız Bu âyet-i kerîmelerde, münâfıkların Tebük savaşına gidilirken takındıkları tavır ve ondan önceki halleri, bütün açıklığıyla anlatılmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de Tebük savaşı ile ilgili diğer âyetler de şunlardır:
Tebük savaşına gidilirken, gizliden gizliye İslâm’ın aleyhinde bulunan münâfıklar, düşmanın çok kuvvetli olduğunu, gidilecek yerin çok uzak olduğunu bahane etmekte, Müslümanların bu sefere katılmamalarını sağlamaya çalışmaktaydılar.
Hz.Muhammed içlerinde on bin atlı bulunan, otuz bin kişilik bir orduyla Medine’den hareket etmişler ve Medine’den çıktıktan sonra da orduya bir hutbe okumuşlardı. Hz.Muhammed Tebük savaşına giderken, ayrıca yolda birçok mucizeler de göstermişlerdir. Sonunda Tebük’e vardılar ve orada 20 gün kaldılar.
İslâm ordusunun gücünü ve Hz.Muhammed’e bağlılığını gören Bizans ordusu komutanı, İslâm ordusuna saldırmaya cesaret edemedi. Bizans ordusu saldırmayınca, İslâm ordusu da onlara saldırmadı. Bu müddet zarfında Şam civarındaki yerli halk vergiye bağlandı ve bunlara amân-nâmeler yazdırılıp verildi. Bizans Valisi de amân diledi ve o da vergiye bağlandı. Sonunda İslâm ordusu savaşmadan Medine’ye geri döndü.
HZ. MUHAMMED'İN VEDA HACCI VE EBEDİYET ALEMİNE GÖÇÜŞÜ
Vedâ Haccı ve Hz.Ali’nin Velâyeti
Hicret’in 10. yılında Hz.Muhammed bütün ashâbı ile haccetmek üzere Medine’den hareket ettiler. Bu son vedâ haccı olayı, Kur’ân-ı Kerîm’in Hacc Sûresi’nin 27-29. âyetlerinde şu şekilde anlatılır:
“(27) Ve insanları hacca davet et, uzak-uzak bütün yerlerden yaya olarak yahut hayvana binerek gelsinler sana. (28) Gelsinler de kendilerine ait olan menfaatleri elde etsinler ve kendilerine rızık olarak verilen dört ayaklı hayvanları, muayyen günlerde Allah’ın adını anarak kessinler. Yeyin artık onlardan ve yok-yoksul fakiri de doyurun. (29) Sonra ihramdayken yapılmayan şeyleri yapıp temizlensinler ve tavaf etsinler Beyt’ül-Mükerrem’i”
Hz.Muhammed bütün civardaki boylara haber vermiş, hepsi de haccetmek üzere gelmişlerdi. Hz.Resûl-ü Ekrem’in Medine’den hareketleri Zilkade ayının sonlarıydı. Hz.Ali Yemen’de idi. Hz.Peygamber, Hz.Ali’ye gelip kendilerine kavuşmasını yazmışlardı. Hz.Ali bu haberi alınca yanındaki askerlerle yola çıkarak Mekke’ye gelmiş ve Hz.Peygamber ile buluşmuşlardır.
Hz.Muhammed bütün ashâbına:
“Bu hacc, son haccımdır sanıyorum; hac törenini benden iyice belleyin” buyurmuşlardır. Her gelenin sorusuna yüksek sesle cevap vermede sözlerini; başkalarına da duyurmada, “yavaş yavaş huzûr ile” buyurarak halkın, kalabalıkta birbirine eziyet vermesini önlemekteydiler.
Hz.Muhammed, Arefe günü özet olarak şu hutbeyi okumuşlardı:
“Ey insanlar, câhiliyye devrinde dökülmüş olan bütün kanlar geçmiş, gitmiş unutulmuştur. Câhiliyye devrindeki faiz geleneği, geçmiş gitmiştir. Gerçekten de Allah’ın kitabında aylar oniki dir; bunların dördü; Recep, Zilkade, Zilhicce, Muharrem aylarıdır ve bu aylar hürmet edilmesi gerekli aylardır. Bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Ey insanlar, kimde bir emanet varsa, emin olduğuna versin onu, Allah’ın emirlerini yerine getirsin.
Ey insanlar, kadınlar da size Allah emanetidir; onlar Allah’ın adıyla helâl olmuştur size. Sizin onlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır.
Ne bir kimse oğlunun suçundan, ne bir kimse babasının suçundan sorumlu sayılır.
Benden sonra yolunuzu sapıtıp da birbirinizin boyunlarını vurmayın; Rabbinize ulaşacaksınız, yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz.
Allah câhiliyyet geleneklerini, o kötü adetleri, atayla, babayla övünmeyi sizden giderdi. Bütün insanlar Âdem’den dir; O da topraktan yaratılmıştır. Ne Arab’ın, Arap olmayana, ne Arap olmayanın Arab’a, ne beyazın siyaha, ne siyahın beyaza üstünlüğü var; üstünlük, ancak Allah’tan çekinmekledir.”
Bu hutbeden sonra, Hz.Muhammed:
“Ey insanlar, bugün hangi gün?” diye sordular. Ashâb;“Hürmeti gereken gün” dedi. “Ey insanlar” buyurdu. “Bu ay hangi ay?” Ashâb; “Hürmeti gereken ay” diye cevap verdi. “Ey insanlar, bu şehir hangi şehir?” diye sordular. Ashâb; “Hürmeti gereken şehir” dedi.
Buyurdular ki:
“Üstün ve ulular ulusu Allah, bu günün, bu ayın, bu şehrin hürmeti gibi kıyamete kadar kanlarınızı, mallarınızı, ırzlarınızı birbirinize haram etmiştir.” Hz.Muhammed, bu hutbeden sonra Mekke’de Hacc ve Umre törenini tamamlayıp, Medine’ye doğru yola çıktılar. Zilhicce ayının 18. Perşembe günü, Mekke ile Medine arasında Cuhfe denilen yerdeki Gadîru-Humm mahalline geldiler.
Bu sırada Cebrâil Aleyhisselâm nâzil olmuş ve Kur’ân-ı Kerîm’in Maide Sûresi’nin 67. âyeti kerimesini getirmiştir:
“Ey Peygamber! Rabbin tarafından sana indirilen emri tebliğ et, eğer bu tebliği yerine getirmezsen, onun elçiliğini yapmamış olursun ve Allah seni, insanlardan korur; şüphe yok ki Allah, kâfir olan kavme doğru yola gitmek hususunda başarı vermez.”
Hz.Peygamber, bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasından sonra Gadîru-Humm’a indiler, oradaki ağaçların altına gittiler ve sahâbenin ileri gidenlerinin dönüp gelmelerini, geride kalanlarının yetişmelerini emrettiler. Herkes toplanınca, öğle namazı seferi olarak kılındı. Hz.Peygamber’e deve hamutlarından üç kademe bir minber yapılmıştı.
Namazdan sonra Hz.Muhammed minbere çıktı. Yaklaşık yüz veya yüz yirmi bin kişi toplanmıştı. Hz.Ali’yi yanlarına çağırdılar ve gelince Hz.Ali’yi de minbere çıkardılar; sağ yanına aldılar.
Sonra şu hutbeyi okudular:
“Hamd Allah’a; ondan yardım dileriz; ona inanmışız, ona dayanmışız, kötülüklerden, yaraşmayan işlerden ona sığınmışız; yol yitirenlere ondan başka yol gösteren yoktur. O kime yol gösterdiyse, o kişi sapmaz, sapıtmaz. Şehâdet ederim ki; ondan başka yoktur tapacak; Muhammed onun Peygamber’idir ancak.
Ona hamdü senâdan, birliğine şehâdetten sonra ey insanlar, acıyan ve her şeyi bilen Allah, bildirdi bana, davet edildim katına; yakında davetine icabet edeceğim, ebedî yurda gideceğim. Bende uhdemdeki vazifeden sorumluyum, siz de uhdenizdeki vazifeden sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz, nedir düşünceniz?”
Ashâb bağrışarak;
“Şehâdet ederiz ki tebliğ ettin, öğüt verdin, vazifeni ifâ ettin; Allah sana ecirler versin” dediler.
Hz.Resûl-ü Ekrem sordu:
“Allah’ın birliğine, Muhammed’in onun kulu ve Peygamber’i olduğuna şehâdet ediyor musunuz? Cennet, cehennem ve mutlaka kopacak olan kıyâmet hakkındaki inancınız nedir?”
Sizin aranızda iki paha biçilmez şey bırakıyorum. İkisi de birbirinden büyüktür. Bunlardan birisi Allah’ın kelâmı «Kur’ân-ı Kerîm» diğeri ise «Ehl-i Beyt’im»dir. Bu ikisi Kevser havuzunun kıyısında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmaz; bunu Rabbim’den ben diledim. Bu ikisine yapışır, sarılırsanız benden sonra ebedî olarak sapmazsınız, yol yitirmezsiniz.”
Ondan sonra sordular:
“Ey insanlar, bilmez misiniz ki ben, inananlar üzerinde kendilerinden ziyâde tasarruf ve velâyet sahibiyim ve bilmez misiniz ki her erkek mü’min ve her kadın mü’min üzerinde, kendisinden ziyâde tasarruf ve velâyet hakkım var?”
Ashâb hep birden; “Evet, yâ Resûlullah” diye bağrışıp tasdik ettiler.
Hz.Resûl-ü Ekrem bunun üzerine, sağ yanlarında duran Hz.Ali’nin elini tutup kaldırdılar ve yüksek sesle: “Ben her kimin Mevlâsı isem (kimin üzerinde tasarruf ve velâyetim varsa) Ali’de, onun Mevlâsıdır. (Onun üzerinde tasarrufu ve velâyeti vardır.)”
Ondan sonra minbere oturup, mübarek ellerini açtılar ve şu duâyı okudular: “Allah’ım, onu seveni (velâyetini kabul edeni) sev; ona düşman olana düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu hor tutanı hor-hakir eyle, nereye döner yönelirse Hak’kı onunla beraber et.”
Hz.Resûl’ün bu beyânından sonra, sahâbe Hz.Ali’yi tebrike koşuştu. İlk olarak Ömer bin Hattab; “Ne mutlu sana ki ey Ebû Talib’in oğlu” dedi. “Bugün benim ve kadın, erkek bütün inananların Mevlâsı oldun” diyerek, Hz.Ali’yi tebrik etti. Hz.Peygamber, Medine’ye hareket edince; Kur’ân-ı Kerîm’in Maide Sûresi’nin 3. âyet-i kerîmesi nâzil olmuştur:
“Bugün dininizi ikmâl ettim; size nimetimi tamamladım, size din olarak İslâmiyet’i verdim de râzı hoşnud oldum.”
Hastalığı, Yazılmayan Vasiyetnamesi ve Ebediyet Alemine Göçüşü
Hz.Muhammed Medine’ye geldikten sonra, kendilerinin bu ağır yükü taşıma müddetinin sona ermek üzere olduğunu da biliyorlardı; onun için son vedâ haccında kendilerine halef ve halîfe olan iki değer biçilmez emaneti, ümmetine vasiyyet etmişlerdi.
Hz.Muhammed bu sıralarda rahatsızlandı. Rahatsızlığı müddetince Hz.Ali, Hz.Resûl-ü Ekrem’e son derece fedakârane hizmet etmişler ve yanlarından ayrılmamışlardı. Bu arada Hz.Peygamber’in hastalığı ağırlaştı.
Hz.Muhammed, hastalığında bir gün yanında bulunanlara:
“Bana bir kağıt, bir kâlem getirin. Size bir vasiyyetnâme yazdırayım ki, benden sonra delâlete düşüp doğru yolu kaybetmeyesiniz.”
Sahâbeden bir kısmı, Hz.Peygamber’in bir vasiyyetnâme yazdırmasına muhalefet ettiler. Ömer bin Hattab muhaliflerin başında bulunuyor, itirazda herkesten daha ileri giderek:
“Hararet galebesinden ne dediğini bilmiyor, hezeyan ediyor ve Kur’ân yanımızda, o bize yeter” diyordu.
Hz.Peygamber elbette hasta idi; fakat hezeyan derecesinde değildi. Bunun üzerine yanında bulunan sahâbelerin bazısı; “Kağıt, kalem verin” dediler. Bu arada söz uzadı, yüksek sesle münakaşaya başladılar.
Hz.Muhammed’in huzûrunda münakaşa yapmak doğru değildi. Hezeyan derecesinde olan bir hasta katiyyen konuşamazdı. Bu olay üzerine Hz.Muhammed, gürültüden rahatsız olarak muhalifleri yanından kovdu ve vasiyyetnâme de bu yüzden yazılamadı. Bu hadise, muteber kitaplarda da aynı şekilde anlatılmaktadır.
Hz.Muhammed hastalığında son defa, başları bir bezle sarılmış olarak, sağında Hz.Ali, solunda Fazl bulunduğu halde mescide gitmişler, minbere oturarak ashâbına şu sözleri buyurmuşlardır:
”Ey insanlar, bende haklarınız olabilir; kimin hakkı varsa söylesin; kimin bende bir şeyi varsa gelsin alsın; kime borcum varsa haber versin. Ey insanlar Allah’la birinin arasında ona verilen en hayırlı şey de ameldir, en kötü şeyde amel; beni gerçek olarak gönderene andolsun, insanı ancak amelle rahmet kurtarır¸ isyân helâk eder adamı, tebliğ ettim mi?”
Hz.Muhammed vefâtlarına yakın Hz.Ali’yi çağırmışlar; “Na’ş-ı mübareklerini yıkayıp tekfîn ve techîzini ifâ etmesini, defneylemesini” vasiyyet buyurmuşlardı. Sonra mübârek başları Hz.Ali’nin göğsünde iken bu fânî âlemden, bekâ âlemine göç etmişlerdi.
Hz.Muhammed, Medine’de Hicret’in 11. yılında (Milâdi 632) Safer (Sefer) ayının 25. veya 28. günü, Hak’ka vuslat etmişlerdir. Hz.Peygamber, Hak’ka kavuştuğunda 63 yaşında idi. Türbesi Medine (Suudi Arabistan) şehrindedir.
En doğrusunu Allah bilir.
HZ. MUHAMMED'İN VASIFLARI VE HUYLARI
Hz.Muhammed’in duyguları pek kuvvetliydi, hareketleri aşırı değildi. Yürürlerken acele etmezler; fakat hızlı yürürlerdi. Bir tarafa dönerlerken bütün vücutları ile dönerlerdi. Sözleri kesin, fakat mülayimdi. Anlaşılması için sözlerini üç kere tekrarladıkları olurdu. Kimseye kötü söz söylemezler, sert muamele etmezlerdi. Bir yere izin almadan girmez, girerken de önce selâm verirlerdi. Çocukları çok severler, yetimleri okşardı. Birisiyle musâfaha ettikleri zaman, karşısındaki kişi elini çekmedikçe ellerini çekmezler; birisi gelince namaz kılıyorsa namazlarını uzatmazlar, çabuk bitirirler, gelene ihtiyacını sorarlardı.
Kölelere “kardeşlerimiz”, câriyelere de “kızlarımız” diye hitâb edilmesini emretmişlerdi.
Hz.Muhammed’in kadınlara karşı da şefkati ve saygısı vardı. Evlilik müessesini en kutsi bir müessese sayan Hz.Resûl-ü Ekrem:
“Cennet anaların ayakları altındadır” hadîsi ile de ana hakkının ne büyük bir hak olduğunu bizlere bildirmişlerdir.
Hz.Muhammed’in hayvanlara karşıda büyük bir merhameti vardı. Bu kadar rahim ve kerim olan Hz.Resûl-ü Ekrem, bütün “Ehl-i Beyt”in ve sahâbenin ittifakıyla yiğit bir er idi.
Hz.Ali: “Bedir savaşında müşriklere en yakın yerde, Hz.Muhammed durmadaydı” buyurur.
Uhud ve Huneyn savaşlarındaki sebatları, o savaşların seyrini değiştirmiştir. Hz.Peygamber’in kendisi bizzat 26 savaşa iştirak et