Feribot denizde süzülürken, güvertede, gecenin rengine boyanmış suları seyrediyordu. Aklı hâlâ sabahki vaazdaydı. Vaazı dinleyebilmek için Türkiye'nin her tarafından gelen binlerce insan, sabah namazında Süleymaniye'yi doldurmuş, hatibi beklemişti. Hatip saat on civarında gelmiş, herkes vaazla beraber ötelere yelken açmıştı. Hatibin sözleri kalblerde heyecan uyandırıyordu.
Hele Muhammed İkbal'in, Çanakkale'de ölüm-kalım mücadelesi verdiğimiz günlerde Pakistan halkına söylemiş olduğu sözleri duyunca, kalbler duracak gibi olmuştu. "Ehl-i Salib'in bütün çılgınlığıyla Çanakkale'ye yüklendiği günlerdi..." diye başlamıştı hatip. "Çanakkale'de gencecik canlar, can pazarında can verirken, bir başka pazarda Muhammed İkbal, kendisini dinleyenlere: 'Cemaat, kendimi Allah Rasulü'nün huzurunda hissediyorum. Şu anda bana dese ki, Doktor İkbal, dünyadan bana ne getirdin? Ben de diyeceğim ki, Ya Rasulallah sana bir şişe içinde biraz kan getirdim. Bu kan Müslüman-Türk'ün Çanakkale'de döktüğü kandır ve ben bu kanı hiçbir şeye değişmem."
Bu sözler kor gibi düştüğü her yüreği yakmıştı. Kalblerde oluşan ritimler gözlerde sağanağa, dillerde çığlık ve feryada dönüşmüştü. Bu heyecan kasırgasında hatip: "Benim gibilerine uzaktır o huzura gitmek; ama eğer o huzura çağrılsam ve Doktor İkbal'e dedikleri gibi bana da, 'Ne getirdin?' deseler, diyeceğim ki, Ya Rasulallah gedalar sultanlara ne verebilir ki... Ama yine de bir şişe getirdim. Bu şişe de günahına ağlayan ümmetinin gözyaşları var ve ben bunu cennetin kevserleriyle değişmem." demişti.
Bu sözlerle beraber birden beyninde şimşekler çakmıştı:
-Ya sen çağrılsan o huzura ve sana sorulsa...
Tonlarca ağırlık yüklenmişti yüreğine. İnce bir sızı, bir burgu gibi içini oymuştu. Artık hiçbir şey duymuyordu...
O gün nasıl bitti, ne zaman feribota bindi, hatırlayamıyordu. Şimdi zihninde tek bir şey vardı. Sitemle karışık, emreden bir ses: "Ne getirdin?"
Bir ara başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Pırıl pırıl bir gökyüzü ve yıldızlar... Bir an kendisini o mecliste hissetti. Yıldızlar, alev gibi bakışlarla üzerine dikilen birer göz gibi geldi ona. Bu sırada dalgalar biraz daha artan bir ritimle; "Ne getirdin, ne getirdin?" diyerek feribota çarpıyordu. Bir şey söyleyemiyordu. Kalbi daralıyor, ruhu eziliyordu. "Bir şey götürmeliyim, ben de bir şey götürmeliyim; ama ne?" Sorular... Sorular... Ah cevapsız sorular... Sonra ızdırap... Izdırap... Ardından sessizce akan gözyaşları, gürültüsüz kayan yıldızlar gibi, öylece kayıyordu yanaklarından.
O günden sonra, birkaç insanla ilgilenmeye karar verdi. Rasulullah'a, 'Size, gönüllerinde sevginizi uyandırdığım birkaç genç getirdim.' diyecekti. Kim bilir belki bu hediye karşısında Gönüller Sultanı tebessüm edecek, alnından öpecekti.
O günden sonra alnına kondurulmuş bir nebi öpücüğü, hayalini süslüyordu. Bunun için neler verilmezdi ki... Değişik vesilelerle tanıştığı birkaç öğrenciye rehberlik yapmaya başladı. Bütün dünyası artık bu öğrencilerden ibaretti. Hayatının merkezine onları koymuş, onlarla oturup kalkıyordu. Onları, 'Peygamber Emaneti' olarak görüyordu. Sahiplerine lâyık birer emanet olamamaları endişesi uykularını kaçırmıştı. Artık uykuları delik deşikti. Onların Peygamber'e takdim edilecek birer hediye olabilmeleri için elinden geleni yapıyor, sonrasında dualara sığınıyordu.
Cuma günleri ilgilendiği gençlerle sohbetler yapıyordu. Perşembe günleri mutlaka oruç tutar, gece de teheccüde kalkardı. Ertesi gün geleceklerine yakın, korkuyla karışık bir heyecan yaşardı: Ya bir yerlere takılır da gelmezlerse...
O cuma aynı heyecanla bekliyordu. Nihayet birer birer gelmeye başladılar. Serhat dışında hepsi gelmişti. Endişe bulutları kümelendi çehresinde. Izdırabını sinesine gömdü. "Vefa bizim yamaçların gülüdür." diyerek sohbetine başladı. Sohbet bitimi, top sahasına gitti. Serhat orada olabilirdi. Eğer buradaysa, bir iki cümleyle de olsa ona 'vefa'yı anlatacaktı. Fakat yoktu. Evini aramak üzere geri döndü. Bir telefon konuşmasıyla olabilecek kadar, bir şeyler anlatmalıyım dedi içinden. Serhat evde de yoktu. Telefona annesi çıkmış, Serhat'ın teyzesine gittiğini söylemişti. Telefonu kapattığında, anlatılmaz bir üzüntü yüreğini kıskaca aldı. Hüdavendigâr camisine çıktı, ellerini kaldırdı, dua etti. Geç saatlerde evine döndü. Hiçbir şey söylemeden odasına kapandı. Hep Serhat'ı düşünüyordu. Onu düşündükçe bir acı saplanıyordu yüreğine. Gözleri duvara astığı yazıya mıhlanmıştı: "Eğer şu anda sahib-i salahiyet olsaydım, Rabbimden ızdırap tohumları ister, bununla bütün evleri dolaşır, yuvalarında mışıl mışıl uyuyan mü'minlerin sinelerine İslâm'a ait dert ve ızdırabın tohumlarını saçar ve 'of' desin inlesinler, 'ah' desin inlesinler; ızdırapla beyinleri zonklamaya başladığında da, yataklarından fırlayıp evlerinin koridorlarında veya salonlarında deli gibi dolaşsınlar dilerdim."
Bunları okurken gözlerine yaşlar dizilmişti. Ansızın, hafif bir gıcırtıyla odasının kapısı açıldı ve Serhat içeriye girdi. Ardından da daha önce hiç görmediği bir zat. Öyle bir nuru ve heybeti vardı ki bu zatın, sanki okuduğu menkıbelerden çıkıp gelmişti. Şaşkınlıkla bir Serhat'a bakıyordu, bir de yanındaki zata. Gelen zat, insanın içine işleyen bir sesle: "Sana Serhat'ı getirdim. Anlat bakalım anlatamamanın ızdırabıyla, iki büklüm olduğun vefayı." dedi.
Şaşkınlığı iyice arttı. Bu zat nereden biliyordu Serhat'a vefayı anlatamadığını ve anlatamadığından dolayı ızdırap çektiğini. Hayret dolu bakışlarını bu zatın yüzünde gezdirdi. Karşısındaki zat tebessüm ediyordu. Şöyle konuşmaya başladı: "Şaşırma evlât, Serhat'ı sana emanet eden, seni de bize emanet etti." Sözleri biter bitmez de, geldiği gibi çıkıp gitti. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemiyordu. Nihayet Serhat'ı fark etti de kendisini toparladı. Ona hasretle sarıldı. Sonra kanepeye oturttu. "Vefa bizim yamaçların gülüdür." diye başladı. Gündüz arkadaşlarına ne anlatmışsa, Serhat'a da anlattı. Sohbetini henüz bitirmişti ki, keskin bir zil sesiyle olduğu yerden doğruldu, bildik bir refleksle saatin düğmesini kapattı. Sabah ezanı okunuyordu. Bir an nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Odasındaydı. Üzerine yorganını almamıştı. Demek ki gece düşünüp dururken uykuya dalmıştı. "Ya o zat... Ya Serhat... Ya yaşadıklarım..." bakışlarını yere indirdi. Karışık duygular içindeyken, keskin zil bir kere daha çaldı. Bu kapı ziliydi. Daha önceki zilin de kapı zili olduğunu ancak anlayabildi. Hemen koşup kapıyı açtı. Gözlerine inanamıyordu; Serhat karşısında duruyordu. Soluk soluğa kalmış, sabahın soğuğuna rağmen terlemişti. Daha selâm vermeden: "Ağabey, bütün gece rüyamdaydınız. Anlattıklarınız beni o kadar etkiledi ki, size gelme ihtiyacı hissettim. Gecenin bir yarısı uyandım. Emir Sultan'dan buraya kadar yaya geldim." Ardından odasına geçip rüyasında kendisini oturttuğu yeri göstererek: "Beni buraya oturttunuz ve vefa bizim yamaçların gülüdür, dediniz." Serhat bunu anlatırken onun göz pınarları çoktan coşmuştu. Hıçkırıkları boğazına düğümlendi. Serhat'a sarıldı, onu kuvvetlice bağrına bastı. Dilinden hiçbir şey dökülmüyordu o an, ama gece rüyasını süsleyen zat, bu sefer içinde konuşuyordu:
Sular gibi çağlasan Eyyüb gibi ağlasan Ciğergâhı dağlasan Ahvalini sormaz mı?