Benim canımdan aziz bildiğim, dertleriyle hüzünlendiğim, sevinçleri ile sevindiğim pek muhterem okuyucularım. Düğünlerinize gelip bir harmandalı oynamasam da, hastalarınıza geçmiş olsun, ölümlerinde başsağlığı dileyemesem de kalbim sizinledir bilesiniz.
Yazılı basın içinde hak ettiği yeri henüz alamamış AVŞAR HABER Gazetemiz yeni bir atılım yapmalıdır. (Bu son cümleye tekrar dikiz lütfen, Konunun ana fikri bu cümlede gizli)
Gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni, Muhabiri, Fotoğrafçısı, Yazarı, Dizgicisi, Postaya verip göndericisi, kısacası her şeyi; Turhan kardeşim geçen gün telefon açtı. Mealen dedi ki: “Yahu üstat senin yazarlığına diyecek lafımız yok. Bilgi desen derya deniz, kalem desen kıvraklığı konusunda Asena halt etmiş. Araştırmacı gazetecilik konusunda Uğur Dündar eline su dökemez. Amma! Son zamanlarda Hacıların Memed (Mehmet Acar) senin tahtını sallamaya başladı. Okuyucuların senden bir hamle bekliyorlar. Sen ilklerin adamısın. Yeni bir şeyler yap ki yer yerinden oynasın. Sana açık çek. Aylık 25.000 USD maaşının yanında, masraflar için sınırsız kredi açıyorum. ”
Bu sözleri duyunca, içimde yanardağlar patladı. Göğüs kafesim hızlı hızlı inip kalkarken, burun deliklerimden hava yerine alevler fışkırdı. Tamam, kabul dedim. Her Avşar’lı gibi bende motive edilmesi (Gaza gelmesi) kolay biriyim. Ancak Turhan’ın bana söylediği sözlerin içinde yalan var mı siz söyleyin?
Günler boyu düşündüm taşındım. İstiharelere yattım. Sonunda rüyama giren ak saçlı, sinekkaydı tıraşlı, nur yüzlü bir dede gördüm.
Elbette ilk sorum şu oldu dedeme: “Dede, neden ak akalarını kestin, seni tanımakta zorluk çektim?” O da bana : “Uzun hikâye evlat. Ama kısaca cevap vermem gerekirse, Anayasal kurumlarla uzlaşmamız gereken bir dönemdeyiz. Onun için kestim sakalımı” dedi. Zeki çevik ve ahlaklı bir köşe yazarı olarak hemen anladım dedenin mesajını.
Biz sakal muhabbetine dalmış konuşurken zaman geçip gitmiş. Zııırrrr diye bir zil çaldı. Ak saçlı nur yüzlü sinekkaydı tıraşlı dede “Size ayrılan süremiz dolmuştur, sonra görüşürüz. Byyeee” deyip gözden kayboldu. Ben bu dede galiba uzlaşma meselesini biraz fazla abartmış. Ne o öyle byee falan diye düşüncelere dalmıştım ki, gökyüzünden tuhaf bir kadın sesi duydum. “Kalk artık saat kaç oldu. Emre’yi sörf kursuna götürmen lazım.” diyordu. Yahu ben bu sesi bir yerden hatırlıyorum diye düşünürken, bir el beni dürtmeye başladı. Uyanmışım.
“Bu ne kardeşim her bişeyin kursu mu olurmuş. Top oynamak kursla, ip atlamak kursla, yüzmek kursla, gitar çalmak, şarkı söylemek kursla, resim yapmak kursla. Bu çocuklar kurssuz nefes bile almayı öğrenemeyecek yakında. Bizim zamanımızda çocuklar her şeyi ağabeylerinden ablalarından öğrenirdi. Tüketim toplumu özentileri bu kurslar. Kapitalist sistemin para tuzakları bunlar”. Diyerek yüksek volümlü ses tonum ile hanıma düşüncelerimi aktardım. O da kısaca “Uzatmada kalk çocuk dışarıda bekliyor” deyince kafi derecede ikna olup yola koyuldum.
Bu yazının başı sonu karıştı. Ben Norveç, İsveç, Danimarka seyahatini anlatacaktım sizlere. Ama şimdi toparlayıp konuya dönmek mümkün değil. Bırakalım dağınık kalsın. Hatırlatın da bir ara şu kurslar konusundan etraflıca bahsedeyim. Sonuç değişmese de, bu konuda benim gibi bağrı yanık olanlarla dertleşmiş oluruz. Bize ayrılan süre doldu. Sonra görüşürüz. Byeee (Allah Allah bu byee da nereden yapıştı dilime)