Risale-i Nur namlı eserleriyle, İslâm dünyası ve umum insanlık âlemine de büyük bir şöhret kesb eden ve eserleri dersler halinde büyük bir iştiyak ve şevkle okunan BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ kimdir? Hayatı nasıl ve nerelerde geçmiş? Gaye ve hedefleri uğrunda hangi mahrumiyet ve tazyiklere maruz kalmıştır.
Bu zâtın hayat mazisi tetkik ve eserleri dikkatle mütâlaa edilse şöyle bir mâna tezâhür eder ki; Üstâd Hz.’lerinin kendi ifâdesiyle: “Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları nurlandırabilir bir mucize-i Kur’âniyedir.” Bu cümlenin, yâni; Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur hakkında “Bu asrı ve gelecek asrı nurlandırabilir bir mucize-i Kur’âniyyedir” demesi, elbette muazzam bir hakikatın ifâdesidir. Yani: hem ilmi hem irşadi cihette akıl ve kalpleri tatmin ve tenvir edecektir. Bu gibi beyânları, 1930’larda 40’larda söylemiş, mektublarında yazmış, ama şimdi 1990’larda hâdisat ve zuhûrat bu sözleri tasdik etmiş, doğru çıkarmış. Anadolu’nun her köşe ve bucağında Nur Dershâneleri ve buna benzer ilim ve irfân müesseselerinde bugün Risale-i Nur hararetle okunmaktadır. Yalnız Türkiye’de değil, İslâm âleminde ve Amerika ve Avrupa’da gittikçe yayılmakta... Bilhassa münevver kitle dediğimiz mektepliler arasında harâretle, iştiyâkla ve heyecanla intişar ediyor. Elbette bunun, mutlaka çok mühim bir sırrı vardır ki, o da şudur:
Beşer, fıtraten dinsiz olamaz, dinsiz kalıp, hiçliğe ve yokluğa yuvarlanmak istemez. Bir hayat-ı bâkiye ve saâdet-i ebediye, fıtraten müştâk ve muhtaçtır. Üstâd Bedîüzzaman Saîd Nursî, bir mektubunda buna işaret ediyor ve diyor:
“.....Evet kardeşlerim, Hz. İsâ (as) İncil-i Şerifte demiş ki; ‘Ben gidiyorum, tâ size tesellici gelsin.’ –Yani, Ahmed (a.s.m.) gelsin- demesiyle, Kur’ân’ın beşere gâyet büyük bir neticesi, bir gâyesi, bir hediyesi; tesellidir.
Evet; bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zevâl tahribatları içinde ve bu –boşluk- nihayetsiz fezâda, her şey ile âlakadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinad noktalarını, yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade o teselliye muhtaç bu zamandır. Bu asırda, en ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi isbat eden ve gösteren Risâle-i Nurdur, Çünkü; zulûmât ve evhamın membaı olan tâbiatı, o delmiş, geçmiş, hakikat nuruna girmiş.
On altıncı Söz gibi, ekser parçalarında, hakaik-ı îmâniyyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izâh edip, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki, bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risâle-i Nur’la meşgul ediyor...
...Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti; usandırmamak...Yüz defa okunsa, yüz birinci defa yine zevkle okunabilir.....”
Evet, bu mektupta Risale-i Nur’un, hâkaik-ı îmâniyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkardan ve tereddütlerden kurtardığından bahsediliyor. Evet Risale-i Nur'un en bariz hususiyeti işte budur ki; Allah'a iman hakikatlarını sayısız delil ve hüccetlerle izah ve isbat ediyor. Bu nokta pek mühimdir. Yani; her şeyin, her meselenin isbat edilerek aklı iknâ eylemesini delil ve hüccet göstermesini isteyen bu asrın insanlarına Bediüzzaman; öyle deliller ve akli-mantıkî bürhânları nazarlarına gösteriyor ki, inkara mecal kalmıyor. Müellifin tabiriyle; güneş gibi parlak, gündüz gibi açık îzah ve beyan ediyor ve kâinatı da baştan başa tevhide, Îmân-ı Billaha delil gösteriyor.
Risale-i Nur’un külliyatından mesela, “Âyet-ül Kübrâ” risalesi bu hakikatlara en bariz bir misaldir.
Kâinatın Hâlıkı olan Allâh’ın varlığını ve birliğini ilân eden, ders veren, başta Kur’ân-ı Kerim olarak bütün semâvi fermanlar ve bütün peygamberler ve başta Hz. Muhammed (a.s.m.) bu büyük ve çok muhteşem ve muazzam davayı ilan ve neşretmişler ve şimdiye kadar milyonlarca tefsirler, ulemâ ve evliyânın kitapları, bu büyük hakikati, yani; İmân-ı Billâh ve Vahdâniyet-i İlâhiye dâvâsını, bütün insanlığın nazarına takdîm etmişler.
İşte; Risale-i Nur müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî Hz.leri ise , mukaddes Kitab-ı Rahmanî olan Kur’an‘dan feyz ve ilham ve Peygamber (a.s.m.)’dan ders alarak, bu büyük dâvâyı, yâni; Allah’a imân, Haşir ve âhirete îmân gibi îmân esaslarını beyân ederken ,birden Âyet-ül Kübrâ eserinde “Kâinat erkânından Hâlıkı'nı soran bir seyyahın müşahedatı.” diye takdim ettiğiiman-ı billah davasını kâinatın bütün mevcudlarını nazara vererek ve onları baştan başa delil ve hüccet göstererek isbata çalışıyor. ‘Başta semavât;yıldızlar kelimeleriyle, arz; nebatat ve hayvanat kelimeleri ve cümleleriyle, git gide tâ kâinat heyet-i mecmuasına kadar’ lisân-ı hâl olan şehadetlerini ve delâletlerini beyan ederek Allah-ü Azimüşân'ın varlığını ve birliğini güneş zuhurunda ve kat'iyyetinde isbât ediyor ve diyor:
"Sarsılmaz bir imân isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar, Âyet-ül Kübrâ'ya müracaât etsinler."
Hem haşir meselesinde de, yani; öldükten sonra dirilmek, bâki bir hayat, ebedi bir sâadet elde etmek hususunda yine, kâinat dediğimiz şu gördüğümüz madde âlemini ve ondaki esma-i ilâhiye tecellilerini nazara vererek, tecellilerin ebedi âlemde de bâki olacağını beyanla, cennet ve cehennemin vücudunu, bekâ âleminin zûhurunu ispata çalışıyor. Sanki; Karl Marx gibi uluhiyeti inkâr eden, gözünün gördüğünden başkasına inanmayanlara, bu kâinatı bu madde âlemini hadsiz tevhid delilleri olarak nazarlarına veriyor. Said Nursî; o inkârcılara şöyle diyor; ‘O dediğiniz ve inkâra sebeb gösterdiğiniz kâinat, dünya ve içindeki her şey ve bütün varlıklar var ya; işte onlar Kur’an gibi ve peygamber Muhammed (a.s.m.) gibi hâl dilleriyle mütemâdiyen Allâh’a şehâdet ve işâret etmektedirler.’ demekte ve bunun izahını da hadsiz delil ve hüccetler ibrazıyla, ilmi bürhanlar halinde gösteriyor, izah ediyor.
İşte, bir nebze arz edilen bu gibi numûnelere binaen denilebilinir ki; Risale-i Nur, bu asrı ve gelen 21. asrı tenvir edecek bir mucize-i Kur’aniyyedir...